26 Kasım 2012 Pazartesi

Yaşasın Akgün Amcam :)



bu arkadaşım apo ve ben... polaroid filmlerin
3.sü onun için renklendi
Sıradan bir gün derler ya benim için extra sıradan ve gergin bir günde hayatımın en mutlu anlarından birini yaşıcağım aklıma gelmezdi. Asılnda herşey iki gün önce başladı diye sıradan bir giriş yapmama mümkün olan bu olay benim siyah beyaz fotoğraf basarak ortalığı mutluyummm, harikkaaa bişey bu nidalarıyla herkese ayağa kaldırmamla başladı. Tabii bu duruma kayıtsız 
kalmayan sevgilim bir argandizör almak için beni ikna etti. Evet bir karanlık odamız olacaktı... Ama benim diana F makinem bu baskı için uygun formatta bir film haznesine sahip olmadığı için 35 mm bir makine almak üzere sahibinden.com da bakınmaya başladım. Bir simena benim işimi görecekti. satıcıyı aradım ve Amca saolsun bana ücretsiz yollayabileceğini söyledi. sonra bu makinenin benim işime yaramayacağını elindeki zenit ET' nin benim için daha iyi olacağı konusunda ikna edince satışa tamam dedim ve 120 liraya simena ve ET sahibi olacaktım kiiiiiiii..... adama 100 lira yatırdım kalanını sonra atarsın demişti ben de kasmadım. Kargo geldi... 
burada arkadaşım pervin, yiğit ve yiğit var :)
Simena bozuk, Et 'de bi çizik dahi yok fakat diyafram halkası çalışmıyor, sarma kolunda sorun var. Tabii tüm hayallerim yıkıldı üzüldüm, hevesim kırıldı filan fişmadırık...İşte sonra hayatımın en mutlu zamanlarından birini hediye edecek kişiyi aramışım haberim yok. Konya'da Foto Akgün'ün yıllar önce elime geçen kartını aradım taradım buldum. Foto Akgün'ün sahibi Mehmet Akgün yıllardır fotoğraf tamiri yapıyor. Bu tecrübeli adamın numarasını çevirdim. kimse açmadı. sonra elimdeki ET ile uğraştım uğraştım uğraştımmm. olmadı.... tekrar aradım. evet telefon açıldı. Ben ağlamaklı bir sesle derdimi anlatırken.. "Amcam sen bunlara para mı verdin. git hemen iade et bana gel ben sana daha güzellerini hediye edicem" dedi. İade ettim. sonraki gün Hukuk sınavına girdim. hocanın sorduğu klasik sorularla ters köşe oldum. bir de Sahibinden amca arayıp illaki makinesinin bozuk olmadığını iddia etmesi benim beynimi uzaya fırlattı resmen. Bir arkadaşım beni Akgün'ün oraya bıraktı. Tabii bir günde sabır denemesi yapılıyorsa üstünde daha olacaklar var demektir... Telefonumu arkadaşımın arabasında unutmuşum. bunu da adres sormak için girdiğim telefoncuda farkettim. derdimi anlattım ama insan yabanisi esnaf telefoncu arama yapamayacamı söyledi. çıktım 2 tane teyze - e be kızım senin teyze ile ne işin var- afedersiniz telefonumu unutmuşum arkadaşımda rica etsem numaramı söylesem bi ararmısınız dedim demez olaydım teyzeler burnu sümüklü bir dilenci görmüşcesine kaçtılar benden. tam ellerimi yana açmış üstüme başıma bakıyordum ki garip bir şey mi var diye bir kızceyiz "noldu" dedi daha cümlem bitmeden telefonu verdi elime aradım ve telefonuma da ulaşmış oldum. - ne varsa genç nesilde var-- Akgün'ü buldum ve dükkana girdim. Küçücük bir dükkan ve bir sürü fotoğraf makinesi parçası. ve daha bir sürü şey... beni manuel makinelerin dizili olduğu rafların önüne getirdi. aradı taradı buldu al, al, al diye bir sürü makine verdi elime... yanımda polaroid makinem vardı yıllar yıllar önce aldığım ve filmini bekleyen, gözüm gibi baktığım makinemin vizörü tozluydu onu da yanıma temizlesin diye getirmiştim. makinelerin arasında bir tane polaroid 600 film vardı onu da verdi elime.. aman allahımmm yaşasınnn diye sevinirken dur kızım bayat o şimdi olmaz yine üzülüceksin dedi. ama o kadar emindim ki ben yıllardır bu anı bekliyordum içten içe. ve hemen taktık ben mehmet amcayı çektim ikimiz de de bir heyecan sormayın.. Film bayat olduğu için gelişmesi uzun sürdü. o dakikalar ben yerimde sürekli zıpladım durdum. Sonra mehmet amca bana kedi göz 60'lar bir gözlük daha hediye etti.. onunla ve makinelerimle poz verdim. yine büyük bir heyecanla bekledik. Akgün hatırası olarak fotoları orada bıraktım. Böylece aramda o dükkanla bir bağ kurdum. Pikap dan müzikler dinledik. O artık benim Akgün amcam şu an 7 pozum kaldı. ve çok cici manuel makinelerim de cabası... Ve 1 tane de argandizör sözü aldım.. Allahhh deymeyin benim keyfime :D

31 Ağustos 2012 Cuma

Zakkum Röportajı


Zakkum: “Mutlu şarkı yapmayı sevmiyoruz”  

Zakkum grubu “Ah Çikolata” şarkısıyla rock müzik dünyasına giriş yaptığında vokal Yusuf Demirkol’u ve grubun diğer üyeleri Cem Şenyücel, Eren Parlakgümüş, Emre Yılmaztürk’ü akan çikolatalar, otrişler içinde, rimelli kirpiklerle hatırlamayan yoktur. Çikolata ve otriş her ne kadar eğlenceyi, mutluluğu çağrıştırsa da Zakkum bu kadar hareketli melodilerin içinde umutsuzluk barındıran şarkılar yapan bir grup oldu. İlk albümde insanda garip bir tat bırakan ve adından bolca söz ettiren Zakkum, hayranlarını çok bekletmeden ikinci albümleri ‘13’ü piyasaya sürdü. ‘Yüzük’ adlı çıkış parçalarından sonra ‘Anason’ adlı parçalarına klip çekildi. “Her geçen yıl masadan eksiliyor dostlar” dedi ve dinleyenlerin içine bir kor ateş attı, geçti. İki albüm arasındaki bu sürede Zakkum’da değişmeyen tek nokta şarkı sözlerinin insanın içine dokunan yanı oldu. Biz de Zakkum’la grubu daha da çok dinleyiciye ulaştıran belki de Zakkum’u Zakkum yapan albümleri olan ‘13’ hakkında konuştuk. 
Yeni albümünüzün adı ‘13’ sayının uğursuz olduğunu düşünmediğiniz ortada. Peki sizin için 13 ne ifade ediyor? 
Cem: 13’ün uğursuz olduğuna dair bir batıl inanç var, fakat biz de uğurlu olduğuna inanıyoruz. 13 yıl önce kurulduk. İlk defa Aralık ayının 13’ünde beraber konser verdik. Albüme 13 tane şarkı koyduk. Dinleyicilerimizden de albümde 13 kez yalnızlık kelimesinin geçtiğini öğrendik. Bizim için uğurlu olmuş gibi gözüküyor. 
Bir konuşmanızda “Zakkum dinleyicisi ikiye ayrıldı. Ya sevenler ya da nefret edenler.” ifadesini kullanmışsınız. ‘13’ ile bu aradaki keskin sınır ortadan kalkmaya başladı diyebilir miyiz? 
Yusuf: Bir müzisyenin sesini duyurmak için yaptığı tek şey şarkıdır. Şarkıyı dinleyiciye sunarsın amacın şarkını en fazla kişiye duyurmaktır. Bu popülerleşmenin belirli kitleyi kaybettireceği anlamına gelmemeli. Bir grubun ya da müzisyenin kemik kitlesi zaten var. Kemik kitle kendini ihanete uğramış gibi hissetmedikçe zaten takip etmeye devam eder. Biz müziğe başladığımız ilk dönemlerden beri ya çok seviliyorduk ya da uzak durulan oluyorduk. Sevenlerde ciddi anlamda çok seviyordu, her yerde takip ediyordu. Cover grubuyken dahi farklı şehirlerden gelip bizim konserimizi izleyen arkadaşlar hatırlıyorum. 
Cem: Bir takım tutarcasına konserlerimize gelen hayranlarımız vardı. 
“CEM’İN ÇOK İYİ BİR SÖZ YAZARI OLDUĞU FİKRİNDEYİM” 
İkinci albümünüzdeki ‘Yüzük’ ve ‘Anason’ adlı parçalarınız bir anda patladı. Sizce bu iki şarkı neden bu kadar öne çıktı. İlk albümle karşılaştırıldığında göze çarpan bir tarz değişikliği var bu etkili olmuş olabilir mi? 
Cem: Evet ilk albüm sound olarak ikinci albümümüze göre daha sertti. İkinci albümde mümkün olduğu kadar farklı enstrümanlara yer vermeye çalıştık. İster istemez tarz da bir değişiklik oldu. Bu şarkıların tutulmasına gelince neden kaynaklandığını bilmiyorum. Gençler tarafından şarkılar çok seviliyor bunun da neden kaynaklandığını bilmiyorum. Çünkü, ‘Anason’ yaşlı bir insandan bahsediyor fakat;  genç bir insan bunda kendini buluyor. ‘Yüzük’ ise evli birini anlatıyor. 
Yusuf: Bence iki şarkının da çok özel hikayeleri, güzel sözleri var. En büyük etken bu oldu diye düşünüyorum. Müzikal olarak da Türk enstrümanları kullanmak, biraz daha melodik şarkılar yapmak, kulağa daha hoş duyurmak yetiyor. Bir müzisyen daha ne yapabilir ki. Ben Zakkum’un her iki albümünün de çok güzel sözleri olduğunu düşünüyorum. Direk böyle söylemem belki çok megalomanca karşılanabilir ama, ben Cem’in çok iyi bir söz yazarı olduğu fikrindeyim. Şarkıların hikayelerini net, yalın, abartısız,samimi bir şekilde anlatıyor. İnsanların çoğu bizi ‘Anason’ şarkısı yapan grup olarak biliyor ama, ‘Hipokontriyak’, ‘Ağlat Beni’, ‘Zehr-i Zakkum’ gibi bir sürü şarkımız var.  
Türkiye’de en çok bilinen rock grupları bile coverlarıyla patladı. Eskiden cover grubu olmanıza rağmen ilk albümünüzde cover yoktu. İkinci albümde ise  Zeki Müren’in ‘Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun’ adlı parçasını yorumladınız. Parçaya karar verme aşamasından biraz bahseder misiniz?  
Yusuf: Cover asla sırtımızı dayadığımız bir şey değil. Güzel bir cover olduğunu düşünüyoruz. İlerleyen zamanlarda bir klip çekmeyi de planlıyoruz. Biz çok uzun zamandır sahne aldığımız için sahnede doğaçlama şeyler olabiliyor. Ben mesela Türk Sanat Müziği'ni çok seven birisiyim. Dönem dönem konserimizde Türk Sanat Müziği söylüyorum. Tesadüf olarak bir gün evdeyken “Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun'u zaten sahnede çalıyoruz. Bir de masaya yatıralım bakalım ne çıkaracağız” dedik. Sonra şarkı çok güzel bir hale geldi. Şarkıyı yapımcı firmamıza ulaştırdık. Onlarda telif haklarıyla ilgili bir sorun olmadığını söylediler. Biz de parçayı böylece albüme koymuş olduk.  
 “ŞARKI DÜET YAPACAĞINIZ KİŞİYİ ÇAĞIRIYOR”  
İki albümde de beğeni toplayan bir konu daha var ki o da düetler. Zakkumla bu isimler nasıl buluştu? 
Yusuf: Şöyle ki Cem Adrian bizim Ankara’daki en yakın dostlarımızdan birisi. Sürekli görüştüğümüz bir arkadaşımız. ‘Biraz Uyu’ 2008 yılında oluşan bir parçamızdı. Cem ile evde şarkıyı dinlerken Cem çok sevdi ve şarkıyı beraber söylemeye karar verdik. Albüme böyle koyduk. Ben sonra bizim Cem’e şarkının sonuna şiir eklemesini rica ettim. O da çok güzel bir şiir yazdı. Bu şiir kısmında birazcıkta nakarat kısımlarında Cem Adrian’ı konuk ettik. O puslu sesiyle şarkıya bir anda daha da karamsar bir hava kattı. Güzel bir şarkı oldu. Hayko Cepkin’e gelince de o da çok sevdiğimiz bir müzisyen arkadaşımız. Şarkı birazda aslında düet yapacağınız kişiyi çağırıyor. ‘Koma’ hırçın bir şarkıydı. O hırçınlığa da Hayko Cepkin gibi hırçın birinin tutunması gerekiyordu ve şarkıya Hayko’yu davet ettik. Bizi çok mutlu etti. Dinleyenleri de mutlu ettiğini düşünüyoruz.   
Kliplerinizin sanatsal ve konulu olması dikkat çekiyor. Kimlerle çalışıyorsunuz. Grup üyelerinin bu aşamalara bir katkısı oluyor mu? 
Yusuf: Biz kliplerimizi özellikle son dönemde Ankara’da çekiyoruz. Ankara’da da çok yetenekli yönetmen adayı arkadaşlar var. En azından bu arkadaşların birilerine çalışmalarını anlatabilmesi için avantaj sağlıyoruz. Bu yönetmenlerle bir çalışma haline girdiğimizden beri çok güzel işler ortaya koyduk. İşi sadece o kişiye bırakmaktan ziyade hep birlikte toplantılar yapıyoruz. Fikirlerimizi ortaya koyup görüntülerle de bunu destekleyince gayet güzel işler ortaya koyduğumuzu düşünüyoruz.  
“ÜÇÜNCÜ ALBÜMÜMÜZ ÇOK DAHA KARAMSAR OLABİLİR”  
Şarkıların genelinde bir karamsarlık ve hüzün var. Şarkı sözlerinin de hepsi Cem Şenyücel’e ait Ankara için hep boğucu, sisli derler. Duygularınızın sözlerinize böyle aktarılmasında Ankara’nın bir etkisi var mı? 
Cem: İllaki vardır. Ben Ankara’da doğdum büyüdüm. Ankara, İzmir gibi bir şehir değil. Açık, insanın içini açan, ferah… Ama insanın içini o kadar kapatan bir şehir gibi de gelmiyor bana. Orada kötü, sıkıcı bir hayatımız yok. 
Yusuf: Bizim albüm dönemlerinde hissettiğimiz şey şu oldu. Biz mutlu şarkı yapmayı çok sevmiyoruz. “Oo eller havaya” türü şarkılar yapmayı çok sevmediğimizi fark ettik. Söz ve hikaye olarak… Ahtapotlar’ında hikayesi hareketli görünse de aslında bir intihar şarkısı, çok hüzünlü bir hikayesi var. Sonradan dikkat çeken bir motif örgüsü var, ama bakıldığında anlattığı hikaye çok hüzünlü. Cem’in de söz olarak hüzünlü hikayeleri çok güzel söze döktüğünün, yansıttığının kendisi de biz de farkına vardık. Böyle olunca şarkılarda otomatik olarak hüzünlü, karamsar bir hale bürünüyor. Bence üçüncü albümüz çok daha karamsar bir albüm olabilir. Hatta 10 tane ya da 12 şarkı olacaksa birçoğu çok mutlu şeyler anlatmayacaktır.  
Zakkum tarz olarak ilk zamanlardan beri farklılığını ortaya koyan bir grup oldu. Bunun kaynağı grup mu, yoksa bir imaj maker mı?  
Yusuf: Yani zaman zaman kendi fikrini söyleyen insanlar oluyor,  ama sonuçta biz her zaman kendi bildiğini okuyan bir grubuz. Hiçbir zaman imaj makerımız olmadı. Çok fazla müziğimizde de imajımızda da, söylemlerimizde de o kaygıları gütmüyoruz. Grup elemanları dışında üçüncü kişilerin fikirlerini çok da fazla önemsemiyoruz. En azından benim gözlemlediğim o.

Röportaj tarihi: 2011

Bir Sirkeci yolculuğu


Aslında bu bir fotoroman olacaktı. böylesi de güzel oldu. Bu yazıdaki genç kadın tiril tiril ben, ev sahibesi ise dilan... Bu yazı İstanbul'da iyiki de tanımışım dediğim insanlardan birinden, Dilan'dan :))

Bir Sirkeci Yolculuğu
Genç kadın heyecanlıydı.Yüzyılın geriye dönüş ruhuna o da kapılmıştı.Vintage.21.yy ona bütün imkanlarını sunarken o reddediyordu.Otomatik ışık ayarı mı,hayır. Dijital ekr
andan ön izleme mi,almayayım. Sadece 16 şansım olsun istiyorum diyordu ve ne çektiğimi dahi görmek istemiyorum. Rus ruleti. Romantik asi. Nihayetinde aldı makinasını .Peki ya çantası? Deri olmadan olur mu hiç ve tabii ki kahverengi. Vintage.
Şehrin stajyeri, dönen sandalyesinden etrafını izliyordu. Kutular bitmişti. İnsanlar ,günün mekanını,taşmayan satırlardan rahatlıkla okuyabilirlerdi. Geyik bitmişti. Günün tek eğlencesi yemek çoktan bitmişti. Kafa da tek bir soru: Nereden bulunur bu çanta? Çapraz masada ki yaşıtını gözüne kestirdi. O da stajyerdi. Statülerinin aynı olmasının cesaretiyle yaklaştı.Kedi misali belerttiği gözleriyle yardım dilenecekken, beriki daha fazla ezilmesine göz yummadı.Toparlan dedi,Sirkeci’ye gidiyoruz.
Yoğun bir rota tartışmasından sonra Çağlayan’ın tozlu sokaklarından Cevahir’e çıktılar.Çifte kavrulmuş stajyer burada kendini güvende hissediyordu.Her gün eve buradan gidiyor diye dünyanın bütün otobüsleri buradan geçiyor sanıyordu.O kadar ki bir caddenin iki yönünden de aynı istikamete gidilebileceğine inandırmıştı kendini.Diğeri durdu,yukarıdan yukarıdan baktı.Aslında bakamadı,boy farkı buna izin vermiyordu.Gel dedi,şu durakta beklemeliyiz.Beklediler,bekledi,bekle,bek,be,b. Gelmedi otobüs.Toy olanın süngüsü düştü düşecek,şehrin çocuğuysa bir kez daha şaşırmış.Çocuğu da olsan bu şehri çözemezsin,o otobüse binemezsin.

Başka bir araçla toplu taşındılar.Sonra inip dakikalarca yürüdüler.Toy olan tiril tiril giyinmişti.Mevsim yazdı,hakkıydı ama bilmezdi ki bu şehirde tiril tiril zordur.Çekiştirdi durdu gariban,öbürü muzipçe izliyordu,içten içe eğleniyordu.Çekmiş tabii şortları çukurların üstünden atlamalar mı dersin,Arnavut taşlarından sekmeler mi , attıkça attı havasını.Binmeleri gereken son aracın durağına geldiklerinde büyük bir kalabalıkla karşılaştılar.Başına geleceklerden haberdar olan ev sahibi,hesabını ince ince yaptı , tam kapının önüne denk getirdi.Açılan kapılardan akacak insanlar için yeterli mesafe bırakıldı.İnenlere öncelik,lütfen.Kimsenin inmediğinden emin olunduktan sonra girişler başladı .Dakikalardır güneşin alnında çöl bitkisine evrilen duraktakiler suya doğru adım attılar.Başı, tiril tiril çekiyordu.Ama o da ne? Arkadan gelen bir geç kalmış, sinyal sesinden önce kendini dışarı atabilmek için pogo yapıyordu.Tehlikenin farkında mısınız?Gedikliler kendilerini sağa sola attılar.Kucağa çıkma ihtimali olan herkes kucağa çıktı. Bu çarpışmayı göze alamayanlar binmeyerek biraz daha bekledi. Çıkış alanın da tek bir engel vardı: Tiril tiril. O an,zaman durdu.Araç zaten duruyordu. İnsanlar acıyan gözlerle tiril tiril’e baktılar. Kimileri yardım çığlıkları attı. Bazıları elini uzatmaya kalktı ama kimse daha fazlasına cesaret edemedi. Üzgünüz,beyaz atlı prens İstanbul’da yaşamıyor. En azından toplu taşıma kullanmıyor. Durağı kaçırmak üzere olan bir metropollü,150 km hızla giden bir motora benzer Tiril tiril,bunu öğrenmeliydin.
Tiril tiril hala yaşıyor,ayak serçe parmağını az hissediyor hepsi bu.Makina mı ? Kahverengi olmasa da çantasına kavuştu.

20 Temmuz 2012 Cuma

"İstanbul'dayım takılıyorum. Doğru değil seni düşünüyorum." demiş Nil ablamız. Sonra eklemiş. "Bazen bir durup nefes alıyorummmm. İçimde bir umut, bir umut." Doğru... İstanbul'da umut herşey. Buraya gelirken, yaşarken yani her dakika... Bu şehir ile ilgili söylenecek çok söz var ama şu an gerek yok, zaten üstadlar zamanında güzel bir İstanbul yazmışlar. Öyle hatırlayalım...


Neyse ben de kalktım geldim buralara ama yine her zaman olduğu gibi "yarım"  kalarak. Böyle parça parça olmuyor hayat. "Hayat"... Bunun üstüne de söylenecek çok şey var, ama ben yine susarım. Sözü üstadlara bırakırım.


"Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı...Zaferlerim onlar benim, olgunluğumun yapıtaşları...Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı...Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım bile aşağı...Dönmesin diye başım...Ben istikballe arkadaşım...Ne var ki her şey yarım...Hayat da yarım, sevdalar da...Daha diyeti ödenmedi sevinçlerin...İhanetlerin hesabı sorulmadı...Nazım'ın dediği gibi, "Kopardım portakalı dalından ama, kabuğu soyulmadı, sevdalara doyulmadı...""Doydum diyen görmedim ki ben zaten..."Lakin gel de zamana anlat bunu..."

 Kafam içinde papatya büyüttüğüm bir saksı gibi sanki. Yazmaya başladım ama ne yazacağımı bilmiyorum. Neyse hep bir klişedir fakat gerçekten bir yeri güzel yapan yer sevdiğin insanlardır. İnsanlar sevmek için yaratılmış bence. Düşünsenize Oz büyücüsü'ndeki teneke adam gibi olduğumuzu... Bir kalbin peşine düşerdik. Komik ama o kalbi olmadığı halde duygusal bir tipti :) Biz insanlarda ise Ego denilen şey öyle bir sarıyor ki bazılarının bedenini bazen, o tipleri bir odaya koyup biber gazı bassan ıı ıhh yok yine bir damla içleri yanmaz. Olmuyor anlamıyorlar. Bu dünyaya getirilme nedenlerinin burnu büyüklük yapmak olmadığını anlayamıyorlar
   İstanbul'a geri dönecek olursam. İtiraf etmeliyim ki hayatımın en iyi tecrübesini yaşıyorum. Milliyeteyim. He rgün eline alıp baktığın gazetenin yapı taşlarıyla tanışmak, sonrasında senin yaptığın bir şeyin milyonların elinde olduğu düşünmek çok heyecan verici... Tamam şimdilik süper Lady Gaga dekupemle adım attım ama bu daha başlangıç :)) He tabii herkes tarafından Hande Çinkitaş olarak bilinicem o ayrı. Görsel yönetmen İlhami bey saolsun. Tamam bu yazı da İçimdeki Hande' ye gelsin madem :))

9.06.2017 tarihinde bir haber sitesinin bana ulaşması sonucu korkunç cinayeti öğrendim. İsim ve soyisim tamamen tesadüf eseri olmuştur. Yaşanan olay ile ilgisi bulunmamaktadır. Sevdiklerine allahtan sabır diliyorum. 




24 Mayıs 2012 Perşembe

Bülent Ortaçgil Röportajı


Müziğin 41 yıllık nazar boncuğu:Ortaçgil



Müzik hayatını kimseye taviz vermeden sürdüren, hayatın getirdiği zorluklar nedeniyle bazen uzun aralar vermek zorunda kalsa da bu tutkusundan vazgeçmeyen bir sanatçı, Bülent Ortaçgil… Bir saygı albümüne sahip olan ve Fikret Kızılok, Erkan Oğur, Zuhal Olcay, Teoman gibi sanatçılarla çalışan Ortaçgil, sonuncusunu 2010 yılında çıkarttığı ‘Sen’ adlı albümü ile müzik hayatına devam ediyor
Onun Şarıklarıyla sevdiklerimize ‘Sensiz Olmaz’ dedik. Hayata aşkla baktığımız zamanlarda ‘Her Şey Sevgiyle’ başlar inancına kapıldık. Her şarkının bizlerde bir hatırası olduğu gibi hayatımızın belirli bölümleri Ortaçgil oldu. ‘Benimle Oynar Mısın?’ sözlerini yazan biri nasıl olabilir ki diye bir düşünün; gerçekten ton ton, babacan bir müzisyen olarak gözünüzde Ortaçgil oluşuyor. Yılların müzisyeni Ortaçgil ile hayatı ve fikirleri üzerine bir röportaj yaptık.
Bir tribüte  albümünüz var yani bir çok sanatçı eserlerinizi seslendirdi. ‘Aşk Tesadüfleri Sever’ filminde ise Eylül Akşamı adlı şarkınız film müziği olarak kullanıldı. Şarkılarınızın sizden sonra başkaları tarafından yorumlanması konusunda ne düşünüyorsunuz?
40 yıllık şarkınızı tanımadığınız birinin ağzından duyunca yabancılık hissediyorsunuz. Fakat işin bir şöyle bir tarafı da var. Eğer güzel yorumlanmış bir şarkı olursa keyif de alıyorsunuz, gururda duyuyorsunuz. Eskiden, şarkı yapmaya başladığım ilk yıllarda şarkılarımı başkasından duymaktan hoşlanmıyordum. Yıllar geçtikçe bu benim için sorun olmamaya başladı.
O zamanlar hoşlanmamanızın nedeni şarkılarınızın sizin için büyük yaşanmışlıklar ifade etmesi ve yorumcuların onları iyi ifade edemediğini düşünüyor olmanız mıydı?
Sırf o nedenden değil. Belki de ‘bunları ben yazıyorum ben söylüyorum’ gibi tuhaf bir bencillikten dolayı olabilir.
Beatles hayranısınız. Lise yıllarınızda onların şarkılarını çaldınız, onlarla müziği sevdiniz. Zamanında Teoman, Zuhal Olcay gibi isimlerle aynı sahneyi paylaştınız; onların şarkısını seslendirdiniz. Ama Beatles şarkılarını lise yıllarınızdaki gibi söylediğinizi duymadık. Bunun bir nedeni var mı?
Ben 30 – 35 yıl boyunca başkasının şarkısını söylemedim. Teoman’ın şarkılarını söylemek ise birkaç konserlik bir projeydi; o yüzden söyledim. Gitar çalmayı öğrendikten sonra 15 yıl kadar Beatles şarkılarını çaldım. Fakat daha sonra başkasının şarkısını çalıyor olmaktan keyif almamaya başladım. O zaman da kendi şarkılarıma yoğunlaştım. Şimdi Beatles şarkılarının çalındığı özel bir proje olsa tekrar çalarım. Zuhal Olcay ile de konserler verdim. Fakat Türk müzik dinleyicisinin şöyle bir kusuru var. Bir proje duyduğu zaman o projenin sonsuza kadar öyle olacağını düşünüyor. Sanki hayatımın sonuna kadar onunla sahnede olacağım ya da hep Teoman’la sahnede olacakmışım gibi bir düşünce oluşuyor insanların kafasında. Böyle bir şey yok. Projede o senin şarkını söyler, sen onun şarkısını söylersin sonra eyvallah der yoluna devam edersin.
Teoman müziği bıraktı. Onu tanıyan biri olarak hayranlarından ayrı kalma kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu konuyla ilgili Teoman’la hiç konuşmadım. Hayranlarından ayrı kalmak tabiî ki ciddiye alınacak bir duygu; ama şarkı yazan bir müzisyenin onun şarkı yazmasına sebep olan şey hayranları olmasa gerek. O şarkıyı yazmak, o şarkıyı düşünmek, o şarkıyı yazdığı zaman rahat etmek, hayatına anlam biçmek; bunlar önemli şeyler. “Bundan sonra ben şarkı yazmayacağım dünyayı başka şekilde göreceğim” gibi bir kararı mı var onu da bilmiyorum. Teoman böyle bir durumda diye de söylemiyorum; ama insan bazen yazdığı şeyleri de beğenmeyebilir. “Ben bu işi beceremiyormuşum. 3 yıl yokum” diyebilir. Bunlar anlaşılabilir şeyler ama şarkı yazdığın zaman hayata bir anlam verdiğin sürece şarkı yapmaktan vazgeçemezsiniz. Ben 10 yıl hiçbir şey yazamadım. 1990 ve 1991 yıllarında da ard arda albüm yaptım. Bu tür tıkanıklıklar karşısında insan bazı kararlar alabiliyor.  Böyle bir şey olabilir, işin aslını bilmiyorum.
Bir dönem tiyatro ile ilgilenip en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü aldınız. Tiyatro alanına yönelmemenizin o zaman için özel bir sebebi var mıydı?
Evet. Tiyatro çok cazip bir şeydi. Tiyatrodan çok etkilendim. Ama hayal ettiğim gibi bir tiyatrocu olamayacağımı düşündüm. Oyunculuk başka bir kişiliğe rahatlıkla bürünebilme sanatı. Başka insanlar olabilmek lazım. Benim olabildiğim insanlar vardı; fakat oyunculuk bukalemun gibi olmayı gerektiriyor.
Yani başkaları olmak yerine, başkalarını anlatmayı seçtiniz…
Belki de. Bu güzel bir nokta; belki onu becerebildiğimi hissettiğim için onu tercih etmişim.
Bülent Ortaçgil’in iyi müzik anlayışı nedir?
Benim müzik anlayışımda iyi bir melodi, armoni var. Bunlar bir araya gelince son derece güzel bir şarkı olur. Her ikisinin de birbiriyle kucaklaşması, iyi uyum sağlamasıyla benim anlayışım ortaya çıkıyor. İnsanların müzikal zevkleri farklı, sanat anlayışları farklı. Bu nedenle bir şarkının herkesi aynı şekilde etkilemesini beklemek aptalca. Ben kendi zevkime göre söylüyorum. Bence 13 yaşında bir kızın ciddi bir Tarkan hayranı olmasının garipsenecek bir tarafı yok. Tarkan dinlemesi kadar doğal bir durum olamaz. Ama 50 yaşında bir kadının Tarkan hayranı olması bana göre bir sorun olabilir.  Demek istediğim, insanlar kendilerine göre değerlendiriyorlar. Ama müzik bunların harmanlanması ile olmalı.
Kimya mühendisliğinden mezunsunuz. Bu mesleği 10 yıl boyunca yaptınız. Fakat tekrar müziğe döndünüz.  Birçok üniversite öğrencisi istemedikleri bölümleri okuyor. Sizce kişinin yapmak istediği meslek mi yoksa altın bilezik denen şey mi önemlidir? Gençlere bu konuda ne öneririsiniz?
Şimdiki öğrencilerin bize göre bir avantajı var. Toplumdaki iş bölümü ve meslek ihtiyacı eskisi gibi çok kaba hatlarla bölünmüyor. En zeki olanlar doktor olur, en umursamaz olanlar iktisatçı olur gibi bir şey yok. O nedenle siz gençlerin daha çok şansı var. Benim gençlik yıllarımda sanatla uğraşanların yaşaması şans kadar kısmete bağlı ya da yakışıklılık gibi etmenlere bağlıydı. Bir sürü insan bu yolda uğraş vermiş ve yüzde 90’ı bu yolda harcanmıştı.  Şimdi sizin biraz daha fazla şansınız var. Mobilyacılık yapan kişinin de rahatça yaşama şansı var, viyolonsel çalmak isteyenin de... Sizin şanssızlığınız nüfus nedeni ile ciddi bir sınav probleminin olması. Sınavın size dikte ettiği şeyleri okumak zorunda kalıyorsunuz. Çoğu zaman da imkânı olmayan okuyamıyor.

Röportaj tarihi: 2012

9 Nisan 2012 Pazartesi



Yıllardır aklımın bir ucunda olan blog açma isteği, günlerin ayları kovaladığı zamanlarda fikrime kanca ile takılan bir fikir balonunda "iyi de bunun adı ne olacak" düşüncesi ile hep unutuldu, ertelendi gitti. Evet bu yazımı okuduğunuza göre artık bir bloğum var. Bu defa isimini düşünmeden açtım bloğu... İsim ise benim cancağzımın muazzam şiirlerinden bir tanesinin en aklımda kalan cümlesi oldu.


Bilemezdim ki bu ismi yazdığım bloğun ilk yazısı gerçekten pamuk şekerden bir tebessümle yazacağımı. Sabah aldığım ilk haberin burukluğu içinde bir yazı.. Evet bugün dünya tatlısı birini kaybetti Türkiye 'Meral Okay'... Arkasından söylenen binlerce iyi- kötü cümlelerin içinde değişmeyen tek son ölüm ve unutulmayacak şarkı sözleri, senaryolar ve görüntüler... Benim için Okay'dan kalma en unutulmaz şey ise 'ikinci bahar'. Nasıl unutulsun ki Ali Haydar ile Hanım'ın aşkı.. Daha ilkokul yıllarında olmama rağmen bir çok kişi gibi benim de zihnime kazınan harika bir diziydi. İstanbul merakım başlamıştı o zamanlar, diziden görüldüğümüz köşe bucakta olsa bir İstanbul 'Samatya', oradaki sıcak insanlar, dobra kadın karakter Kasap Melahat...


Okay'ın enterasan isteğini yıllar önce okumuştum röportajında. Öyle olur ya ölüm her birimiz için hiç gelmeyecek gibidir ve ölüme dair şeyler öylesine okunur ve geçilir. Aşırı unutkanlığıma rağmen bunu nasıl hatırlayabiliyorum bilmiyorum ama daha önce yakılmak istiyorum diyen bir ünlü olmadığı içindir herhalde... Ölüm haberini duyunca da "Yakılmak isteyen Meral Okay değil miydi? " diye kendi kendime sordum. Ve aklıma geleni artık duymuş bulunuyorum. Vasiyeti gerçekleştirilemiyor. Yasal yollardan ailesi hakkını arayana kadar ölü beden ne kadar dayanabilir ki? Türkiye'de insani özgürlüklerin kısıtlandığı şu zamanlarda bu dava aylarca sürecektir. Bu kişi sade bir vatandaş olsa bu hakka yine sahip olamıyor. Asıl sorun bu nokta zaten. Özgür olmadığın bir kafes gibi sağa sola çarpa çarpa bıkıyor insan...Vasiyet bir insanın son istekleridir ve bence ruhun özgürleşmesi için gerçekleştirilmesi gerekir. Artık gömüldükten sonra mezarı tekrar açılırda bu isteği gerçekleşir mi bilinmez ama(Ki bir mezarın açılmak üzere örtülüyor olması da hoş değil) vardığımız bu son noktada işine aşık, aşıkına sadık, benim adıma güzel hatırlanacak güçlü bir kadındı. Ha bir de Muhteşem Yüzyıl dizisi yüzünden saçma sapan konuşanlara bir şey demek bile onları ciddiye almaktır. Ama Okay, bu sözleriyle onları bile affediyor bence:






"İçindeki çocuğa sarıl


Sana insanı anlatır...






masum değiliz hiçbirimiz ..."






Nur içinde yatsın.