7 Mayıs 2013 Salı

Yaşar Kurt Röportajı

Anti militarist müzisyen Yaşar Kurt:
“Önce insanım diyebilmek önemli
Onu 90’lı yıllarda Korkuyorum Anne şarkısıyla tanıdık. “Savaş diyorlar anne, bana öldür diyorlar” sözleriyle zihinlerimizde yer eden şarkısı onu farkında olmadan bir üne kavuşturdu. O dönemde Almanya’da yaşayan Yaşar Kurt, bu şarkının her yerde çalındığını duyunca müzik hayatına devam etmek için Türkiye’ye tekrar yerleşti. 1994’ten bu yana 4 albüm çıkarttı. Kurt, son albümü Güneş Kokusu ile artık hayata umutla baktığını anlatıyor


Sokak Şarkıları albümünüzde şarkılarını oldukça karamsar fakat yeni albümünüz olan Güneş Kokusu’nda ise Yaşar Kurt hayata daha umutla bakıyor gibi. O günden bu güne Yaşar Kurt’un hayat anlayışında neler değişti?
Toplum ilerledi. Bunun bana duygusal olarak pozitif bir katkısı oldu. Bu hayatın her anında böyle, gelişiyoruz. Belki biraz yavaş ama umut verici.  Dolasıyla 90’larin başındaki o korkunç atmosfer beni biraz daha öfkeli ve karamsar yapıyordu ama şimdi daha umutluyum.
90'larda size “Korkuyorum Anne” şarkısını yazdıran ortam aslında hala devam ediyor. Gençler artık askerlik kavramından bu hükümetle birlikte biraz daha uzaklaşmaya başladı. Terör yüzünden insanlarda tedirgin bir ruh hali var. Aslında ülkemizde yıllardır süren bir savaş var. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bir kere savaş kararının sorunları çözen değil, sorunları derinleştiren bir karar olduğunu düşünüyorum. Fakat insanlar ve toplumların sahip olduğu çelişkiler olabilir. Ama o çelişkiler savaş dışı yöntemlerle çözülmelidir. Siyaset de, devlet de bunun için vardır. Savaş tabiî ki varoluşumuza bir tehdit haline geldiğinde bir reflex durumuna gelir ve kendimizi savunuruz. Bunun bir haklı yanı vardır. Ancak var olan sorunları bastırmak için bir yöntem olarak savaşın ve şiddetin kullanılmaması gerekir. Hayvanlar koklaşa koklaşa insanlar konuşa konuşa diye bir tabir var. Ama savaşa savaşa anlaşamazlar. Dolayısıyla aradığımız şey bir uzlaşma ve anlaşma ise bu şekilde olmadır. Komşularımızla ve ülkemizin içinde bir barış ortamı sağlanmalıdır. Bu fikrin özü bu benim fikrimin anti militaristliğimin özü de bu. Yani insanların şiddet yöntemlerini terk etmelerini ve insanca olmaları, birbirleriyle empati kurmaları, birbirlerini anlamaları gerekir. Açıkça söyleyeyim Kürt meselesi konusunda daha duyarlı olmak ve daha çok empati kurmak zorundayız. O insanların bir sıkıntısı var ve bu sıkıntı bizim tarihimizden kaynaklanıyor.  İnkâr etmekle olacak iş değil. Bunca yıl biz Kürt yoktur dedik ve bu bize şiddet olarak geri döndü. Dolayısıyla bu politikalar her şeye rağmen inatla değiştirilmeli. Kürt vatandaşlarımız bütün dil ve kültürleriyle kucaklanıp sahip çıkılmalıdır.

Zaman Gazetesi’ne Kürt sorunu ile verdiğiniz bir röportajdan dolayı eleştirildiniz. O cümleler gazetenin dili yüzünden mi çarpıtıldı?
Oldukça eleştirildim. Zaman Gazetesi’nin bir üslubu bir yanlış anlaşılmaya sebep oldu. Benim düşüncem bu. “Yaşar Kurt falancanın yandaşı, adamı oldu” gibi beni aşağılayıcı ve benim üzerinden yürütülen bir kampanyaya dönüşmesi bence saçmaydı.  Düşüncelerimi eleştirin ben de eleştiriyorum ama onların yandaşı oldu gibi kelimeler ileri giden şeyler.
Yıllar sonra Ermeni bir kimliğinizin olduğunu öğrendiniz. Ermeni sorunu ve soykırım iddialarına karşı duruşunuzda Ermeni olduğunuzu öğrenmeden ve öğrendikten sonra diye bir bakış açısı ayrımı yapabilir miyiz?
Hayır olmadı. Ortada bir sorun olduğu açık. Bu soykırımdır, değildir bu başka bir konu. İsterim ki ülkemdeki insanların kimse ile husumeti olmasın. Kimseye karşı düşmanca bir söylem içinde olmamalıyız. Bizim bir sürü insanımız hala Türk kimliği ile başka ülkelerde yaşıyor. Almanya, Hollanda ve bir çok Avrupa Ülkesi’nde çocukları var ve nesillerce orda yaşayacaklar. Bizim yaptığımız her hangi bir yanlış direkt onlara baskı ve aşağılama olarak yansıyacaktır. Bu işin bir yanı… Bir de örnek bir toplum olmayı çok isterim. Biz Orta Doğu’ya insan hakları, kadın haklarıyla, tarih anlayışıyla örneğiz. Tüm dünyada böyle olmasını ve bir takım sorunları bazı platformlarda ülkemin önünde engel olmamasını dilerim. Yani benim düşüncelerimde bir değişiklik olmadı sadece biraz şaşırdım. Ben bir toplumda mezhepçilik, ırkçılık, dindaşlık üzerinden kurulan ilişkilerin yeterli olmadığını düşünüyorum. Önemli olan insanlık üzerinden kurulan ilişkidir. Karşındaki ne olursa olsun, her ne dili konuşuyorsa konuşsun önce insanım diyebilmek önemli.  Hangi dine inanıyorsa inansın onu ilk önce insan olarak görebilmek ve ona insanca muamele etmektir mühim olan. Bu hem bana yapılırsa kızarım hem de başkasına yapmamaya çalışırım. Yani demek istediğim kökenimi paylaşmamın altında yatan şey de buydu. Biz hepimiz Türkiyeliyiz. Türk olmaya biliriz ama bu ülkenin vatandaşıyız ve bu ülkenin çıkarları için kalbimiz çarpar. Başka başka düşünüyor olabiliriz ama bu ülkenin iyiliğinin böyle olduğunu düşündüğümüz içindir. Yoksa birilerinin diğerlerine bu düşman, bu iyi; bu Yahudi, bu Hıristiyan diye insanları inançları ile yargılaması son derece yanlış. Bende bunu vurgulamak için bu konuyu biraz ön plana çıkarttım ve herkes Ermeni olduğumu öğrendi.
Ermenice öğrenebildiniz mi?
Öğrendim biraz.  Zor tabii çok vaktim yok ama fırsat buldukça Ermeni müzisyenlerle çalışıyorum.  Beraber olduğumuz ortamlar oluyor. Kelime kelime bir şeyler kapıyorum o kadar.
Ermenice şarkıların olduğu bir albüm bekleyebilir miyiz?
Bekleyebilirsiniz çünkü müzik evrensel orada da yapılacak, yorumlanacak çok güzel eserler var. Yani yapmayı düşünebilirim açıkçası ama şimdilik böyle bir çalışma içine girmedim.
Artık sanatçılar albümlerden değil konserlerden para kazanıyor. Piyasaya oynamayan sanatçılar kendini anlatmak için internet dışında bir platform bulamıyorlar. Bununla ilgili düşünceleriniz  nedir ?
Yenidünyanın kuralları bunlar. Bir dönem ki ses taşıyıcıları dönemi kapandı. İnsanlar müziği internetten dinledikleri kadarıyla yetiniyorlar. Bunun getirdiği bir süreç zaten… Konserler veriyorduk hala da vermeye devam ediyoruz ama telif denen şeyi almakta zorlanıyoruz. Eskiden hakkımız yoktu telif alamıyorduk şimdi yasalarımız var ama yine telif alamıyoruz. İnternetteki sanal ortam, korsan bir ortam.
Musiki Eserleri Sahibi Grubu (MSG) bunun takibini yapamıyor mu ?
Hayır yapamıyor.
Eskisi gibi idealist tavır takınan müzisyen bulmak zor olanlarda piyasaya oynamıyor. Yani eleştiren şarkılar da dinleyiciye ulaşmıyor. Bu tarz müzik sizce rock müzik olarak adlandırılabilir mi?
Bu rock müzik değildir. Sanatçı olmak bir formasyon meselesidir. Sadece güzel sesiniz var diye sanatçı olmak zor. Dolayısıyla rock müzik sosyal hayatta koyduğu tavrıyla, savaş karşıtlığı ve açlık üzerine yaptığı müziklerle sosyal hayatta kendilerini duyurdu. Rock müzisyenleri bunu hayatlarının bir parçası olarak kabul ettiler.  Şimdi olmaması bir eksiklik tabii medya ticari olanı ortaya koyduğu için hayat üzerin kafa yoran müzisyenler sessizmiş gibi oluyor. Geri planda kalmıyorlar bir eylem yine onlar gidiyorlar. Baskı olunca onlar seslerini çıkarıyor. Medya ticari bakınca onlar öne çıkıyor. Onları da zaten konuşmuyorum.
 Sizce bir müzisyenin görevi sadece müzik yapmak mı olmalıdır. Toplum için müzik kavramına bakışınız nedir?
Bizim geleneğimizde ozan geleneği vardır. Garibin derdini söylemeyen ozan olur mu hiç .  Bizden öncekilerde de bize bunu hissettirmiştir. Bizden önceki kuşak Anadolu rock yapmıştır. Bende öğüt veren sözleri değişleri alırım. Dostluğu pekiştiren, insanlar arasındaki sevgiyi anlatan şeyleri alırım. Rock böyle şeylerin peşindedir. Olacaktır da.
Bilgenin Şarkısı adlı parçanızı bir konseriniz de Yavuz Çetin’e itaf ettiğinizi söylemiştiniz. Neden o şarkı?
Aslında başka bir parça ama şarkının sonunda “Bu Yavuz Çetin için” dediğimden Bilgenin Şarkısı’nın başında söylenmiş gibi oluyor. O aslında Martı şarkısının çaldıktan sonra sonunda bunu da Yavuz’a itaf ettik manasında söylediğim bir şeydir. Ama o yüzden bir karışıklık oldu . Martı Jonathan onu bence anlatan en güzel şarkıdır. Kısa ve mükemmel bir yorumu vardır.
Elinizdeki martı dövmesinin anlamı yine bununla mı ilgili?
Uçma fikri beni hep cezp etmiştir. Keşke herkesin kanatları olsa, ama yok. Kuşların dünyası hoştur. Uçakla da uçuyoruz tabii ama o bir duygu olarak uçma fikri insanın bedeninin ve düşüncelerinin özgürleşmesi ile alakalı bir retorik olarak buluyorum.
90’larda pop müzik çok popülerdi. Şimdi ise bir sürü genç rockçı var. Yeni dönemdeki müzisyenleri nasıl buluyorsunuz?
Bir çaba içindeler ama doğrusunu söylemek gerekirse yeni müziklerin eksik olduğunu düşünüyorum. Son dönem de Duman’dan sonra çıkan grup kim var bilmiyorum. Çok da yakından takip edemiyorum. Ben de müzikle uğraştığım için her şeye ulaşmam mümkün olmuyor. Yeni grupları bilmiyorum.
Artık pop ve rock karışmış durumda ve Pop müzik ve rock müzik yapan müzisyenler ya birlikte düet çalışması yapıyorlar ya da popçular rock müzik albümü çıkartıyor. Bu çalışmaları beğeniyor musunuz?
Yani tabii rock müzik festival yapacak kadar dünyayı salladığında pop müzik yoktu. Pop tamamen 80’lerin ürünüdür. Bence pop müzik,  rock müziğin bıraktığı kadar izler bırakamadı hayatta ve o yüzden rockçılara özendiklerini düşünüyorum. Bu yolla bu sebepten başvuruyorlar. Ama başarılı olamadıklarını düşünüyorum. 

22 Mart 2013 Cuma

Üniversite okuyan herkesin en boktan ve en güzel zamanlarıdır mezuniyet…



Hayatımın en ızdıraplı aylarını yaşıyor olmanın öfkesiyle yazıyorum. En popüler soru “ee ne yapmayı planlıyorsun?”
sizce üniversite mezunu bir insan ne yapmalıdır. Okuduğu bölüm ile ilgili bir uğraşı olmalı.. yani bunun normali bu.. Ama benimki gibi içi kokan, tekelleşmiş, okuyana iş vermeyen, alayının alaylı çalışan tercih ettiği, yıllarca stajyer adı altında köle olarak çalıştırılan, okurken bile “yalancı olacak” diye itham edildiğiniz bir bölümden mezunsanız planlarınız olsa bile hiçbirini gerçekleştiremeden çoluk çocuğa karışmış bulabilirsiniz kendinizi… İşte ben bir üniversitenin en hareketli, en cıvıl cıvıl fakültesinde okudum ve mezun oluyorum. Hayattan sizce bunu mu istemiştim. Cevabı koca bir hayır!
Birçok üniversite mezunu gibi ben de hayallerini yarım olarak gerçekleştirebilen, karambole bölüm okuyan gençlerden sadece bir tanesiyim. İstediğim, hayal ettiğim her şey teğet geçti benim. Hepsi bir ucundan tuttu gibi ama tutmadı gibide böyle aynı bokun laciverti modunda bir hayat..
Harika arkadaşlarla, güzel anılarla dolu dolu geçirdiğim üniversite hayatımdan, en kaygısız şekilde mezun olmaya çalışırken bu sorular yüzünden acaba ben de bir sorun mu var_? Planlarımın olmaması kötü bir şey mi diye düşünürken kendimi koskoca bir varilin içine atılmış gibi hisseder halde bu satırları yazıyorum.
Okuduğum şehre, bölüme ait olmadığımı düşünerek geçirdiğim koskoca 4 yıla dönüp baktığımda, kendimi mutlu etmeye çalışırken ne kadar çok şey öğrendiğimi fark ediyorum. Sonra diyorum ki tekrar,  bunları öğrendin ama bunu hayatının geri kalanında yaşam pratiğinde taşımayı ne kadar istiyorsun? aslında bunların hepsini sırf vakit geçsin diye öğrendiğimin farkına varıp daha umutsuz oluyorum. Böyle olunca elinde kocaman bir hiç kalıyor çünkü..
 Hep keşke dememek için uğraşsam da, bu kelimeden nefret etsem de bir sürü keşke ile doluyum, taşıyorum…  Her şey için çok mu geç? Eğer sorumlulukların varsa maalesef bu sorunun cevabı evet oluyor.  İşte size hiçbir planı olmayan bir üniversite mezunu, işsiz kalma korkusunu taşıyanları, sınav telaşı içinde olanları saymıyorum bile.
 Yds, ales, kpss… Yıllarca eğitimcilerden, memur hayatında hoşlanmayan insanı bile, yani beni bile bu sınavlara girmeye iten bir hayat.. Her ne kadar uzak dursa da büyük konuşmamak gerekiyormuş diyerek bunu yaşayan yüzlerce öğrenci vardır ve her öğrenci bir gün mezun olmanın kalpte bıraktığı acıyı, akıldaki kafa karışıklığını, umutsuzluğu yaşayacaktır. 

24 Şubat 2013 Pazar

Lora Röportajı


Kadın figürünün müzikteki yansıması: Lora 

Lora, 2008 yılında çıkarttıkları ‘Bir Kadının Portresi’ adlı ilk albümlerinde çizdikleri kadın portresinin devamı niteliğindeki ‘Aşk’ albümünü dinleyicileri ile buluşturdu. Emre Kocagöz, Burak Ceberut ve Gülhan Atakul’dan oluşan grup, kendi imkânlarıyla çıkarttıkları albümlerinin en büyük avantajının kimseye bağlı kalmadan, müziklerini istedikleri gibi yapabilmek olduğunu söylüyor  

Vokal Emre Kocagöz ve gitarist Gülhan Atakul’un lise yıllarında tanışıp, Denizli’de farklı grup adları altında beraber müzik yaptılar. “Biz artık sadece bestelerimizi çalmalıyız” diyerek müzik hayatlarına farklı bir yön vermeye karar veren ikili, 2008 yılında Eskişehir’de Lora’yı kurdu. Kendi imkânları ile ilk albümleri ‘Bir Kadının Portresi’ni çıkartan Lora, müzisyenlerin kolay kolay göze alamadığı bu konuya aldırış etmeyerek, geçtiğimiz şubat ayında ‘Aşk’ adlı albümünü piyasaya sürdü. Sadece müzik için müzik yapmak isteyen Lora, ilk albümlerine göre daha soft rock tarzında kadın, aşk, hüzün, ayrılık temalı 10 şarkı ile dinleyicileriyle buluştu. Toplumdaki kadın figürünü yansıtan Lora, albüm kartonetinde bulunan kadının toplumdaki dışlanmışlığını konu alan yazı ile de bir şekilde kadının önemine dikkat çekiyor. 
İlk albüm ile ikinci albüm arasında ki uzun sürede Lora nasıl bir değişim gösterdi? 
Emre: İlk albümümüz olan ‘Bir Kadının Portresi’ albümünde grup 5 kişiden oluşuyordu. Albüm sonrası grupta sadece Gülhan ve ben kaldık. Daha sonra Burak gruba klavyeci olarak dahil oldu. Şu an yolumuza böyle devam ediyoruz. Grubun iki albüm arasındaki en büyük değişikliği kadrosu oldu. ‘Aşk’ albümünde bir önceki albüme göre daha soft bir sound oluşturduk Ama şarkılarımız melankolik rock havasından çıkmadı. Ayrıca bu albümde kanun, kabak kemane gibi Türk Müziği enstrümanları da kullandık.  
Uzun bir aradan sonra ikinci albümünüzü yayınladınız. Bu dönemin bu kadar uzamasının nedeni neydi? 
Gülhan: Evet ilk albümden sonra yaklaşık 4 yıl ara verdik. Müzik bizim hayatımızın bir parçası, ama diğer bir parçası da özel yaşamlarımız. Emre ile ikimiz önce grubumuzun son halini alması için gerekli koşulları hazırlayarak Burak ile anlaştık, sonrasında yavaş yavaş çalışmalarımıza devam ederek kendi iş koşullarımızı düzenledik. Hazır olduğumuzu hissettiğimiz anda da ‘Aşk’ albümünü hazırlamaya başladık. 
Kendi imkânlarıyla albüm çıkartan bir grupsunuz. Bunun avantajları ve dezavantajları neler oldu? 
Melek Klibinden bir kare
Melek klibinden bir kare( gizem barlak, emre kocagöz)
Tamamen hiç bir şeye bağlı kalmadan albümü biz istediğimiz gibi oluşturduk. Her şeyi ile bu bir avantaj sayılabilir. 
Lora diğer müzik grubundan hangi noktalarda ayrılıyor?  
Burak: Aslında bir ayrım söz konusu değil. Her grubun olduğu gibi Lora’nın da amacı hissedilen duyguların notalara yansımasıyla oluşan melodilerin dinleyicilerle buluşması. 
Lora grubunun müzik anlayışı nelere karşı mesafelidir? 
Emre: Aslında her grubun mesafeli durduğu şeyler vardır. Bizim içinse bu cover yapmak olurdu. Biz asla albümünde herhangi bir cover parçaya yer vermeyiz. Bu iki albümde de bu doğrultuda bir çizgi çizdik. Çünkü bizim kendimize ait duygularımız, söyleyecek sözlerimiz var. Bu duyguları melodilerle canlandırıp dinleyicilere sunmanın çok ayrı bir haz olduğunu düşünüyoruz. Bir de zorluklar ne olursa olsun müzik yapmayı bırakmayız. 
İlk albümüz de ‘Sis’ adlı parçanızda Cem Adrian ile bir düetiniz vardı. Bu albümde ise cover parçalara karşı tavrınız net. Düet çalışmalarına karşı da böyle bir tavrınız var mı ? 
Tabii ki hayır. Farklı ve kaliteli bir sanatçıyla düet yapmaya hayır demeyiz. Bu albümde gerçekleşmedi bundan sonraki albümde neden olmasın. 
Tüm bir şarkılar uzun uğraşlar sonucu sizin elinizden çıkıyor fakat sizin ben bu şarkıyı çalmaktan/söylemekten çok hoşlanıyorum dediğiniz parçalar var mı ? 
Burak: Bu albümdeki parçaları çalmak bizi daha çok heyecanlandırıyor. Fakat bütün şarkılarımızı keyifle çaldığımızı söyleyebiliriz. 
Albümle ilgili şu ana kadar gelen tepkilerden memnun musunuz? 
Emre: Şu ana kadar duyduklarımız bizi çok mutlu etti. Ebetteki olumsuz yorumlar da var. Eleştirilere açık insanlarız, bunları da dikkate alıyoruz.  
Türkiye de daha çok pop müzik üzerinden giden bir yapılanma var. Müzik kanallarında sürekli olarak aynı isimleri izliyor ve dinliyoruz. Bu noktada medyanın rock müziğe verdiği önem sizce tatmin edici mi ?  
Burak: Aslında her tarzın mutlaka bir dinleyicisi var. Bunu pop, rock, jazz gibi ayırmamak lazım. Medya ile alakalı olarak da tabii yeni gruplara ve yeni isimlere yer verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Sonuçta bu bir müzik zenginliği oluşturur. Ama ne yazık ki hem görsel hem de yazılı medyada bu düşünceler aynı paralellikte değil. O yüzden biz de bir çok grup ve isim gibi sanal ortamda klip ve şarkılarımızı paylaşıyoruz. 
Müzikle ilgilenen kişiler olarak, kimleri dinlemekten hoşlanıyor ya da kimleri beğeniyorsunuz? 
Gülhan: Alternatif ve yeni bütün müzikleri dinlemeye çalışıyorum. 
Emre:  Aslında uzun zamandır sadece klasik müzik dinliyorum. Ama Starsailor, Keane, Radiohead’ı da seviyorum. Duygulu ve kaliteli olmalı benim dinleyeceğim müzikler. 
Burak: Rock’n Roll, Blues dinlemeyi seviyorum. Onun dışında Maskot, 110 ve Muse’un tarzını da beğeniyorum.

Röportaj tarihi : 2012

8 Ocak 2013 Salı

Kazım Sinan Demirer Röportajı



Dost’tan saz ile aydınlanan dünyaya

Demirer :”Onu her oynadığımda başka bir kademeye geçiyorum. Bende Veysel ile kendimi bırakmayı, bağışlamayı ,önyargısız davranmayı, hor görmemeyi öğreniyorum”


1993 Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümünden  mezun olan Sinan Demirer şuan Eskişehir Şehir Tiyatrosu’nda oyunculuk yapıyor. Demirer ,Eskişehir’de 40 yakın mahkuma tiyatro dersi  vererek Özgürlük Projesi adı altında Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı oyun ile onlara şehrin bir kaç yerinde oyun sergileme imkanı sağladı.Bir dönem  sanat yönetmenliği  yaptı.Erden Kıral’ın yönettiği  Vicdan filminde rol aldı.Bir kaç ay öncesine kadar Show TV de yayınlanan Güneydoğudan Öyküler Önce Vatan adlı dizide oynadı. Gecen yıldan beri oynadığı Dost adlı tiyatro oyunundaki Aşık Veysel  rolü ile 35. İsmet Küntay Tiyatro Ödüllerinden En İyi Erkek Oyuncu ödülü ile döndü.Onunla Veysel’i ölüm 38. yıl dönümü olan 20 Mart’ta anmak ve Veysel’i anlamak üzerine konuştuk.
Aşık Veysel ilgili oyun hazırlama fikri kimindi?
Fikir  Eskişehir Şehir Tiyatrosu oyuncusu Tulga  Serim’indi. Bir akıl fırtınası yaparken sohbet esnasında neden Aşık Veysel ile ilgili oyun yapmıyoruz dedi. Bu benim çok yadırgadığım bir şey oldu. Aslında bir  süredir  beni gözüne kestirmiş. Oyunlarımı izliyor, benim bağlama, gitar ve nefesli çalgılar çaldığımı biliyordu. Aşık Veysel’i çok severim türkülerini çalar,söylerim dolayısıyla kafasında böyle bir şey oluşmuş. İlk defa yapıldığı için seyirciden gelebilecek tepkiyi kestiremedik.Metin yok, bir şey yok nasıl olacak diye düşündük. Tek kişilik oyuna seyircinin önyargısı vardır. Tulga  da ilk önce oyunu öykü olarak, meddah tarzında düşündü. Meddah gibi anlatacaktım baktım ki olmuyor ya sadece Aşık   Veysel olmalıydım ya da bunu hiç yapmamalıydım. En zoru da körlüktü. Bir buçuk saat boyunca gözlerimi hiç açmadan oynuyorum o konuda da günlerce çalıştım. Her şeyi ile bir Aşık Veysel yaptık.2-3 oyundan sonra kaldırırlar diye düşündüm ama aksine İzlemek için  Eskişehir’den ve bir çok yerden insanlar buraya geldi.
Oyunu hazırlarken Veysel ile ilgili araştırmalar yaptınız. Peki ya Aşık Veysel’i doğru anlatamazsak,eksik taraflar kalırda oyunun içinde bir çarpıklık oluşursa diye bir korkunuz oldu mu ?
Oldu. insanların görmediği, bilmediği kişileri Karacaoğlan’ı yada Pir Sultan Abdal’ı oynasanız seyirci gördüğüne inanır. Mesela  biri “biz onu gördük evimizde kalmıştı”  dedi. Aşık Veysel herkesin bildiği, videolarından canlı olarak gördüğü biri bu yüzden biraz zorlandık. İzleyiciler Veysel’i bir tarafa çekmeden, bir kaba koymadan görsünler istedim. Onunla birlikte memlekette asıl mücevherlerin kıyıda köşede kalmışlıgını anlatmaya çalıştık.
 Dost oyununun metin yazarlığını kim yaptı?
Tulga ile ben yaptım. Özelliği dünya tiyatro literatüründe böyle bir oyunun olmamasıdır. Daha önce tarihsel kişilikleri tiyatroya aktarmış yazarların oyunları var tabi ama oyuncu ve rejisör tiyatro metinlerini alırlar ve onun üzerinden oynarlar. Biz bunu sıfırdan ele alarak Aşık Veysel’in şiirlerinden, anılarından, türkülerinden yola çıkarak bir oyun haline getirdik. İlk defa bu sayede Aşık Veysel’i sahneye taşımış olduk.Çok beğenildi ve hala oyuna yoğun ilgi devam ediyor.
Oyun ile ilgili izleyicilerden aldığınız tepkiler nasıl oldu?
 Yaşadığım en enteresan şey oyun sonrasında 60-70 yaşlarında ki seyircilerin elimi öpmeye  çalışmasıydı. Bazı izleyiciler ilk defa Aşık Veysel’i gördükleri için buradan kapıdan girip yatağında ölen bir Aşık Veysel geçti diyorlar. Köy enstitülerin de hocalık yaptığı zamanlardaki öğrencileri karşısında da oynadım. Canlı tanıkların önünde oynamak benim en büyük hediyem ve mutluluğum oldu. Aa biz Aşık veysel’i hiç böyle bilmiyorduk diyorlar.Oynarken oyun boyunca aa öylemi gibi sesler duyuyorum. Yaa bilmiyordunuz dimi diye bende laf atıyorum.
Siz bir oyuncu olarak canlandırdığınız karakterlerin sadece kılığına bürünmüyor,onların iç dünyasını da paylaşıyorsunuz. Peki Aşık Veysel olmak nasıl bir his ?
Provalara başladığımda her şeyi çok basit algıladım, hatta dediği birçok şeyi,şiirlerini anlamıyordum. Daha doğrusu kör olmak ne demek bunu anlamıyordum. Gören insanlar ve görmeyen insanlar arasındaki farkı kalpten anlayınca durum ortaya cıktı. Benimde felsefeme, dünya görüşüme yakın bir şey olduğu için Aşık Veysel’i oynamak derken ben bunu anlıyorum. Bağışlamak insanın en zor yaptığı şeylerden biri ,oynarken şunu hissediyorum; kendini bağışlamayan insan hiç kimseyi bağışlayamaz. Aşık Veysel işin tam özüne inmiş ve ben körüm demiş.Onu her oynadığımda başka bir kademeye geçiyorum. Bende Veysel ile kendimi bırakmayı, bağışlamayı ,önyargısız davranmayı, hor görmemeyi öğreniyorum. Veysel “beni hor görme kardeşim sen kalemsin ben uçmuyum” diyor.Demek ki bu önemli bir şey. Aşık Veysel yalnız bir adam değil meğer biz hep yalnız biliyormuşuz. O kör birisi de değil kendide “Her günün, her saatim aydınlık içinde asıl görmeyen sizsiniz” diyor. Bu tersine dünyada aslında o öyle görmüş ki ben onun dünyasına girdikçe asıl görmeyenlerin gözü açık olanlar olduğunu anladım. O hayatı çok iyi algılamış, Anadolu hayatını ve insanını çok iyi hissetmiş. Çok vefakar herkesi sevmiş .Oyunumuzun adı ‘Dost’ bununda çok manidar bir sebebi var. Türküsünden yola çıkılmış bir isim değil. Terk edip giden karısı ile , onu aldatanlarla ,onun parasını çalanlarla, körlüğüyle ve kendisiyle de dosttu.
Dost ile 35.İsmet Küntay Tiyatro Ödüllünde en iyi erkek oyuncu ödülünü aldınız. Veysel rolü ile ödül almak size nasıl bir gurur yaşattı ?
Bunu herkes anlayamadı. Bir oyuncu olarak bu ödülle çok mutlu oluryorsunuz ama macerası böyle olan bir oyunla alıyorsanız, aldığınız ödülün kıymeti çok başka bir hale geliyor. Nasıl bir dille anlatılır bilmiyorum. Ödül törenlerinde şu vardır ya “bu ödülü şuna bahşediyorum”. Ben böyle görmüyorum. Aşık Veysel bu ödülü bana layık gördü, bu onun hediyesi diye düşünüyorum ve öyle hissediyorum.Bütün bakış açım bu, oynarken hayatımda kendimle ilgili çok güzel şeyler olacak dedim. Çünkü onu anlamak ve onu oynamak aslında hayatınızı güzelleştirmek demek. Hayatımda çok büyük değişiklikler oldu.Ne kadar önümü görmeden , aynaya bakmadan yaşadığımı anladım.Dünyanın ve benim gerçeklerden ne kadar uzak ,gün içinde yalanlarla kendimi kandırarak yaşadığımı, insanlara öylesine selamlar, saygılar dediğimi fark ettim.Yüksekten bakmadan ,egolarımı törpülemeye çalışarak yaşamaya çalıştım.O kadar farklı toplumsal kimliklerimiz(katmanlarımız) varmış ki Aşık Veysel bana soyun dedi .İnsanın öz gerçekliği ile karsılaşması riskini göze aldım. O da bana bu ödülü verdi. Bazen oyuncu egosu ile baktığım zaman “vay be” diyorum, sonra bir an “dur dur kendine gel “diyorum. Aşık Veysel rolü ile alınmış ödül diye baktığım zaman çok başka şeyler yaşıyorum.
Oyuncu olarak demlenme sürecinizi tamamladığınızı  düşünüyor musunuz?
Diyemiyorum.Çünkü bende içimi temizlemek,kendi içimde bir dergaha doğru gitmek ile ilgili böyle bir rol arıyordum.Bu da onun üstüne geldi.Her türlü demlenme aslında yeni başlangıç haline geliyor.Aslında bundan sonra ne olabilir ki diyebilirim. 40 yaşındayım ,yıllardır bu işi yapıyorum,ödülümü de aldım diye düşünmüyorum.Her oynadığımda bir çocuğun ilk defa gölgesini  görmesindeki şaşkınlığı gibi aynı şaşkınlık ve merakla devam ediyorum.Demlenme pek benim tarzım bir şey değil. İç denetimimi hep böyle götürmeye çalışıyorum.Her günü yeni bir doğum olarak  görüyorum . Her oyunda başka bir seyirci geliyor ve hepsinde Uzun İnce Bir Yoldayım’ı beraber söylüyoruz.Demlenmeden ziyade Veysel her oyunda bana bir şey anlatıyor ve ben onun karşısında küçüldükçe küçülüyorum. Veysel’i köylü ,kör diye küçümsedikçe herkesi küçümsüyorsun.Ama Veysel’e olduğu değeri verdikçe öz benliğini bulmaya başlıyorsun. Bu güne kadar yaklaşık 10 bin seyirci  izlemiştir. Tiyatro sahnesinde bu toprakların o zamanını anlatıyor olmak çok güzel. Onlar yoz kültürden kopup kendi gerçekliklerini gördüklerinde eminin onların içinde de bir şeyler oluyordur.
Aşık Veysel’in hayatında sizi en çok etkileyen şey ne oldu ?Hiç vazgeçmemesi, karanlığını aydınlığa çevirmesi  ve her şeyle , düşmanıyla bile dost olmasydı.Hayata hiç bir yargı koymadan bakmasıdı. İnsan yargıyla yaşar.İnsanların bu halde olmasının sebebi ön yargıdır.Ayrımcılığın,ırkçılığın sebebi karşınızdaki insanı tanımadan sadece siyah, beyaz,alevi sünni,Amerikalı  diye bakılmasıdır. Bu yüzden bu haldeyiz. Aşık Veysel öyle yapmamış herkesle oturmuş, kalkmış. Kimseyi ayırmadan muhabbet etmiş.
13 yıldır oyunculuk yapıyorsunuz.Yolun başında olan oyunculara ne öneririsiniz?
Yolun başında olan oyunculara, yoldan korkmamalarını ve zaaflarını kabullenmelerini öneririm. Çünkü oyunculuk kendin olabilmektir. Kendin olursan herkes olabilirsin.Zaafları ile yüzleşmezlerse oyunculuktan pek birşey anlamayabilirler .Vasat ve yavan bir oyunculuk hayatları olur.Herkes prens olur ama dilenciyi oynarken utanır, dilenci olamazsınız.Oyunculuk akılda kalma sanatıdır.En iyi oyuncular sonuna kadar gidenlerdir. Sonuna kadar prens ,sonuna kadar dilenci olandır
.
Röportaj tarihi : 2011

Sermet Yeşil Röportajı

Deliliğin sınırlarını zorlayan adam: 

Sermet Yeşil

Reha Erdem’in Kosmos filmiyle sinemaseverlerin dikkatini çeken Sermet Yeşil, Deli İbrahim karakterini canlandırdığı Şubat adlı diziyle tekrar izleyici ile buluştu. Fantastik karakterleri başarıyla yansıtabilen yetenekli oyuncu, kariyerine başarılı projelerle devam ediyor
Eskişehir doğumlu olan Sermet Yeşil’in 1995 yılında Ankara Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nü kazanmasıyla başlayan oyunculuk yolculuğu okul yıllarından sonra Ankara Sanat Tiyatrosu ve Sadri Alışık Tiyatrosu’nda devam etti. Ankara ve İstanbul’dan sonra vazgeçemediği şehir olan Eskişehir’de Türkiye’nin ilk ve tek üniversite tiyatrosu olan Tiyatro Anadolu’da çalışmaya başladı. Anadolu Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamladı ve öğretim görevlisi olarak burada eğitim verdi. 2005 yılında Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda çalışmaya başlayan oyuncu hala burada oyunculuk yapmaya devam ediyor. Reha Erdem’in Kaç Para Kaç ve yaşadığım en farklı deneyimdi dediği Kosmos adlı filminde rol aldı. Şimdilerde TRT’de yayınlanan Şubat adlı dizi ile sevenleri ile tekrar buluşan Yeşil, buradaki rolü ile yine dikkatleri üstüne çekti. Sermet Yeşil ile onun hayatı ve oyunculuğu üzerine konuştuk.
Sermet Yeşil’in oyunculuğunda çocukluğundan, gençliğinden, ailesinden ne gibi parçalar var?
Oyunculuk mesleği, kişinin yarattığı karakterlerde kendi hayatının, yaşanmışlığının, anılarının bir toplamı ya da yansıması olarak nüfus bulduğu için, benim de yarattığım karakterlerde mutlaka yaşadığım çevrenin etkileri vardır. Ben böyle bir ailede, böyle bir çevrede yaşadım, bu ortamlarda sosyalleştim. Amerikalı bir karakteri de oynuyor olsaydım, onun içinde de mutlaka bu Sermet'ten bir parça olacaktı ya da iyimser bir bakışla olmalıdır diyebilirim. Ama spesifik olarak şu karakterde bu var, öbür karakterde de şöyle bir şey var diyemem, demem. Sonuçta o da benim özelime girer, benim çıplaklığım olur. Oyuncu için o mahremiyettir.
Oyunculuk anlamında özgürlüğünüze düşkün müsünüz?
Elbette. Bu mesleği icra ederken kendi özgürlük alanınızı sağlam bir zeminde kurmazsanız, oynadığınız karakterle gereğinden fazla bütünleşir ve ondaki arazları kendi hayatınıza yansıtırsınız ki bu durumda çoklu kişilik bozukluğuna kadar ilerleyebilir. Oyuncu özgürlüğünü hiçbir karaktere değişmemeli.
Kosmos sizin için nasıl bir tecrübeydi?
‘Herhangi bir rol kadar farklı bir tecrübeydi’ demek isterdim ama, bu Kosmos için mümkün değil. Şimdiye kadar mesleğim sayesinde yaşadığım en farklı deneyimi Kosmos’la yaşadım. Beni değiştirecek kadar güçlü bir karakterdi. Şimdi hissettiğim en yoğun duygu kocaman bir mutluluk.
Reha Erdem Sineması’nı nasıl buluyorsunuz? Dünya çapında bakacak olursak Tim Burton - Johnny Depp, Türkiye'de Yavuz Turgul - Şener Şen ortaklığı dikkat çekici örnekler Reha Erdem ve Sermet Yeşil bu yolda mı ilerliyor?
Reha Erdem Sineması adından da anlaşılacağı gibi artık başlı başına bir sinema tarzından bahseden, kendi görsel, işitsel temaları olan bir sinema dili. Böyle bir yönetmenle, onun iki farklı yaratıcılık anında birlikte çalışma fırsatı bulduğum için bir oyuncu olarak çok şanslı olduğumu söylemeliyim. Ancak verdiğiniz örneklerdeki gibi bir birliktelikten ben bahsedemem, bunu ancak tarih ve eleştirmenler yazabilir. Ama öyle anılmayı yürekten isterim, tabii bunun için daha çok çalışmam gerek. İki filmle olacak şey değil.

Aynı yönetmenle çalışmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?
Avantaj ve dezavantaj gibi bir ayrım yapamam, az önce söylemeye çalıştığım gibi böyle bir yönetmenin yaratıcılığına katkıda bulunmuş olmak benim için ya da öğrenmeye çalışan bir oyuncu için bulunmaz bir nimet. Okul gibi, sonuçta mezun olurken elinizde kalan tek şey sağlam bir diploma, orada yaşadığınız kötü tecrübeleri hatırlamazsınız bile. Yine de şu kadarını söyleyebilirim. Şimdiye kadar hiçbir dezavantajı olmadı.
TRT’de Şubat adlı dizide oynuyorsunuz. Buradaki karakter Kosmos’daki kadar fantastik olmasa bile bize fantastik gelen bir yaşamın içinde. Şubat İstanbul’daki bu hayata ayna tutuyor diyebilir miyiz? Sizce ne kadar gerçekçi?
Şubat bir televizyon dizisi, elbette kurmaca ve kendi kahramanlarını yaratıyor. Bu sebeple, bahsettiğiniz hayata ayna tuttuğunu söyleyemeyiz. Dizinin yapımcıları, senaristleri ve yönetmenleri istedikleri görsellikte tamamen kurmaca bir dünya yaratıyorlar. Bu yüzden de fantastik. Bize gerçekçi gelen kısmı ise öykünün belirli bir inandırıcılık kurgusuyla birleştirilmesi. Sonuçta o da kurmaca.
Sizi bu projede yine aykırı bir karakteri canlandırırken görmemiz bir tesadüf mü?
Tesadüf mü değil mi bilemem ama Deli İbrahim de Kosmos’da ne yapacağı belli olmayan karakterler. Ben sadece karakterin davranış biçimlerini sınırlandırmamaya çalışıyorum. Böylece ortaya fantastik karakterler çıkıyor.
2 yıl öncesinde yaptığınız bir röportajda televizyon oyunculuğunun sizin için erken olduğunu, daha emin adımlarla ilerlemek istediğinizi söylemişsiniz 2 yıl sizin için yeterli oldu mu?
Elbette yeterli değil, hala işin çok başında olduğumu düşünüyorum. Oyunculukla ilgili sette her gün yeni bir şey öğreniyorum. Bu da bana çok çekici geliyor.
Dizi sektörünün yoğunluğu içinde tiyatroya istediğiniz gibi vakit ayırabiliyor musunuz?
Ben şöyle düşünüyorum, şimdi televizyon oyunculuğu ile ilgileniyorum, onun evreni içinde hareket etmeye çalışıyorum. Ocak ayında Eskişehir Şehir Tiyatrolarında yeni bir oyunun provalarına başlayacağım, o zamanda tiyatro evreninde olacağım. Bunun bir sıralaması yok. Hiçbiri bir başkasının alanına girmiyor. Bunu organize etmeyi başarırsanız saat gibi işler hepsi. Bunu yapmaya çalışıyorum.
Oyunculuğu her alanda tecrübe ettiniz. Tiyatro, sinema ve dizi oyunculuğundan hangisine daha yakın hissediyorsunuz kendinizi?
Daha çok tiyatro oyunculuğuna yakın hissediyorum, 12 yıldır hiç durmadan deneyimlediğim oyunculuk alanı bu.
Sanatın sadece oyunculuk dalıyla mı ilgileniyorsunuz. Yoksa çok yönlü bir sanatçı olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Profesyonel olarak sadece oyunculukla ilgileniyorum.
Sizi Şubat dışında herhangi bir projede görebilecek miyiz?
Şu an sadece Şubat var. Ama Ocak ayında yeni bir tiyatro oyununun provalarına başlıyorum. Şubat ayının ortasında o da perde diyecek, ona da beklerim.

Röportaj tarihi : 2013