31 Ağustos 2012 Cuma

Zakkum Röportajı


Zakkum: “Mutlu şarkı yapmayı sevmiyoruz”  

Zakkum grubu “Ah Çikolata” şarkısıyla rock müzik dünyasına giriş yaptığında vokal Yusuf Demirkol’u ve grubun diğer üyeleri Cem Şenyücel, Eren Parlakgümüş, Emre Yılmaztürk’ü akan çikolatalar, otrişler içinde, rimelli kirpiklerle hatırlamayan yoktur. Çikolata ve otriş her ne kadar eğlenceyi, mutluluğu çağrıştırsa da Zakkum bu kadar hareketli melodilerin içinde umutsuzluk barındıran şarkılar yapan bir grup oldu. İlk albümde insanda garip bir tat bırakan ve adından bolca söz ettiren Zakkum, hayranlarını çok bekletmeden ikinci albümleri ‘13’ü piyasaya sürdü. ‘Yüzük’ adlı çıkış parçalarından sonra ‘Anason’ adlı parçalarına klip çekildi. “Her geçen yıl masadan eksiliyor dostlar” dedi ve dinleyenlerin içine bir kor ateş attı, geçti. İki albüm arasındaki bu sürede Zakkum’da değişmeyen tek nokta şarkı sözlerinin insanın içine dokunan yanı oldu. Biz de Zakkum’la grubu daha da çok dinleyiciye ulaştıran belki de Zakkum’u Zakkum yapan albümleri olan ‘13’ hakkında konuştuk. 
Yeni albümünüzün adı ‘13’ sayının uğursuz olduğunu düşünmediğiniz ortada. Peki sizin için 13 ne ifade ediyor? 
Cem: 13’ün uğursuz olduğuna dair bir batıl inanç var, fakat biz de uğurlu olduğuna inanıyoruz. 13 yıl önce kurulduk. İlk defa Aralık ayının 13’ünde beraber konser verdik. Albüme 13 tane şarkı koyduk. Dinleyicilerimizden de albümde 13 kez yalnızlık kelimesinin geçtiğini öğrendik. Bizim için uğurlu olmuş gibi gözüküyor. 
Bir konuşmanızda “Zakkum dinleyicisi ikiye ayrıldı. Ya sevenler ya da nefret edenler.” ifadesini kullanmışsınız. ‘13’ ile bu aradaki keskin sınır ortadan kalkmaya başladı diyebilir miyiz? 
Yusuf: Bir müzisyenin sesini duyurmak için yaptığı tek şey şarkıdır. Şarkıyı dinleyiciye sunarsın amacın şarkını en fazla kişiye duyurmaktır. Bu popülerleşmenin belirli kitleyi kaybettireceği anlamına gelmemeli. Bir grubun ya da müzisyenin kemik kitlesi zaten var. Kemik kitle kendini ihanete uğramış gibi hissetmedikçe zaten takip etmeye devam eder. Biz müziğe başladığımız ilk dönemlerden beri ya çok seviliyorduk ya da uzak durulan oluyorduk. Sevenlerde ciddi anlamda çok seviyordu, her yerde takip ediyordu. Cover grubuyken dahi farklı şehirlerden gelip bizim konserimizi izleyen arkadaşlar hatırlıyorum. 
Cem: Bir takım tutarcasına konserlerimize gelen hayranlarımız vardı. 
“CEM’İN ÇOK İYİ BİR SÖZ YAZARI OLDUĞU FİKRİNDEYİM” 
İkinci albümünüzdeki ‘Yüzük’ ve ‘Anason’ adlı parçalarınız bir anda patladı. Sizce bu iki şarkı neden bu kadar öne çıktı. İlk albümle karşılaştırıldığında göze çarpan bir tarz değişikliği var bu etkili olmuş olabilir mi? 
Cem: Evet ilk albüm sound olarak ikinci albümümüze göre daha sertti. İkinci albümde mümkün olduğu kadar farklı enstrümanlara yer vermeye çalıştık. İster istemez tarz da bir değişiklik oldu. Bu şarkıların tutulmasına gelince neden kaynaklandığını bilmiyorum. Gençler tarafından şarkılar çok seviliyor bunun da neden kaynaklandığını bilmiyorum. Çünkü, ‘Anason’ yaşlı bir insandan bahsediyor fakat;  genç bir insan bunda kendini buluyor. ‘Yüzük’ ise evli birini anlatıyor. 
Yusuf: Bence iki şarkının da çok özel hikayeleri, güzel sözleri var. En büyük etken bu oldu diye düşünüyorum. Müzikal olarak da Türk enstrümanları kullanmak, biraz daha melodik şarkılar yapmak, kulağa daha hoş duyurmak yetiyor. Bir müzisyen daha ne yapabilir ki. Ben Zakkum’un her iki albümünün de çok güzel sözleri olduğunu düşünüyorum. Direk böyle söylemem belki çok megalomanca karşılanabilir ama, ben Cem’in çok iyi bir söz yazarı olduğu fikrindeyim. Şarkıların hikayelerini net, yalın, abartısız,samimi bir şekilde anlatıyor. İnsanların çoğu bizi ‘Anason’ şarkısı yapan grup olarak biliyor ama, ‘Hipokontriyak’, ‘Ağlat Beni’, ‘Zehr-i Zakkum’ gibi bir sürü şarkımız var.  
Türkiye’de en çok bilinen rock grupları bile coverlarıyla patladı. Eskiden cover grubu olmanıza rağmen ilk albümünüzde cover yoktu. İkinci albümde ise  Zeki Müren’in ‘Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun’ adlı parçasını yorumladınız. Parçaya karar verme aşamasından biraz bahseder misiniz?  
Yusuf: Cover asla sırtımızı dayadığımız bir şey değil. Güzel bir cover olduğunu düşünüyoruz. İlerleyen zamanlarda bir klip çekmeyi de planlıyoruz. Biz çok uzun zamandır sahne aldığımız için sahnede doğaçlama şeyler olabiliyor. Ben mesela Türk Sanat Müziği'ni çok seven birisiyim. Dönem dönem konserimizde Türk Sanat Müziği söylüyorum. Tesadüf olarak bir gün evdeyken “Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun'u zaten sahnede çalıyoruz. Bir de masaya yatıralım bakalım ne çıkaracağız” dedik. Sonra şarkı çok güzel bir hale geldi. Şarkıyı yapımcı firmamıza ulaştırdık. Onlarda telif haklarıyla ilgili bir sorun olmadığını söylediler. Biz de parçayı böylece albüme koymuş olduk.  
 “ŞARKI DÜET YAPACAĞINIZ KİŞİYİ ÇAĞIRIYOR”  
İki albümde de beğeni toplayan bir konu daha var ki o da düetler. Zakkumla bu isimler nasıl buluştu? 
Yusuf: Şöyle ki Cem Adrian bizim Ankara’daki en yakın dostlarımızdan birisi. Sürekli görüştüğümüz bir arkadaşımız. ‘Biraz Uyu’ 2008 yılında oluşan bir parçamızdı. Cem ile evde şarkıyı dinlerken Cem çok sevdi ve şarkıyı beraber söylemeye karar verdik. Albüme böyle koyduk. Ben sonra bizim Cem’e şarkının sonuna şiir eklemesini rica ettim. O da çok güzel bir şiir yazdı. Bu şiir kısmında birazcıkta nakarat kısımlarında Cem Adrian’ı konuk ettik. O puslu sesiyle şarkıya bir anda daha da karamsar bir hava kattı. Güzel bir şarkı oldu. Hayko Cepkin’e gelince de o da çok sevdiğimiz bir müzisyen arkadaşımız. Şarkı birazda aslında düet yapacağınız kişiyi çağırıyor. ‘Koma’ hırçın bir şarkıydı. O hırçınlığa da Hayko Cepkin gibi hırçın birinin tutunması gerekiyordu ve şarkıya Hayko’yu davet ettik. Bizi çok mutlu etti. Dinleyenleri de mutlu ettiğini düşünüyoruz.   
Kliplerinizin sanatsal ve konulu olması dikkat çekiyor. Kimlerle çalışıyorsunuz. Grup üyelerinin bu aşamalara bir katkısı oluyor mu? 
Yusuf: Biz kliplerimizi özellikle son dönemde Ankara’da çekiyoruz. Ankara’da da çok yetenekli yönetmen adayı arkadaşlar var. En azından bu arkadaşların birilerine çalışmalarını anlatabilmesi için avantaj sağlıyoruz. Bu yönetmenlerle bir çalışma haline girdiğimizden beri çok güzel işler ortaya koyduk. İşi sadece o kişiye bırakmaktan ziyade hep birlikte toplantılar yapıyoruz. Fikirlerimizi ortaya koyup görüntülerle de bunu destekleyince gayet güzel işler ortaya koyduğumuzu düşünüyoruz.  
“ÜÇÜNCÜ ALBÜMÜMÜZ ÇOK DAHA KARAMSAR OLABİLİR”  
Şarkıların genelinde bir karamsarlık ve hüzün var. Şarkı sözlerinin de hepsi Cem Şenyücel’e ait Ankara için hep boğucu, sisli derler. Duygularınızın sözlerinize böyle aktarılmasında Ankara’nın bir etkisi var mı? 
Cem: İllaki vardır. Ben Ankara’da doğdum büyüdüm. Ankara, İzmir gibi bir şehir değil. Açık, insanın içini açan, ferah… Ama insanın içini o kadar kapatan bir şehir gibi de gelmiyor bana. Orada kötü, sıkıcı bir hayatımız yok. 
Yusuf: Bizim albüm dönemlerinde hissettiğimiz şey şu oldu. Biz mutlu şarkı yapmayı çok sevmiyoruz. “Oo eller havaya” türü şarkılar yapmayı çok sevmediğimizi fark ettik. Söz ve hikaye olarak… Ahtapotlar’ında hikayesi hareketli görünse de aslında bir intihar şarkısı, çok hüzünlü bir hikayesi var. Sonradan dikkat çeken bir motif örgüsü var, ama bakıldığında anlattığı hikaye çok hüzünlü. Cem’in de söz olarak hüzünlü hikayeleri çok güzel söze döktüğünün, yansıttığının kendisi de biz de farkına vardık. Böyle olunca şarkılarda otomatik olarak hüzünlü, karamsar bir hale bürünüyor. Bence üçüncü albümüz çok daha karamsar bir albüm olabilir. Hatta 10 tane ya da 12 şarkı olacaksa birçoğu çok mutlu şeyler anlatmayacaktır.  
Zakkum tarz olarak ilk zamanlardan beri farklılığını ortaya koyan bir grup oldu. Bunun kaynağı grup mu, yoksa bir imaj maker mı?  
Yusuf: Yani zaman zaman kendi fikrini söyleyen insanlar oluyor,  ama sonuçta biz her zaman kendi bildiğini okuyan bir grubuz. Hiçbir zaman imaj makerımız olmadı. Çok fazla müziğimizde de imajımızda da, söylemlerimizde de o kaygıları gütmüyoruz. Grup elemanları dışında üçüncü kişilerin fikirlerini çok da fazla önemsemiyoruz. En azından benim gözlemlediğim o.

Röportaj tarihi: 2011

Bir Sirkeci yolculuğu


Aslında bu bir fotoroman olacaktı. böylesi de güzel oldu. Bu yazıdaki genç kadın tiril tiril ben, ev sahibesi ise dilan... Bu yazı İstanbul'da iyiki de tanımışım dediğim insanlardan birinden, Dilan'dan :))

Bir Sirkeci Yolculuğu
Genç kadın heyecanlıydı.Yüzyılın geriye dönüş ruhuna o da kapılmıştı.Vintage.21.yy ona bütün imkanlarını sunarken o reddediyordu.Otomatik ışık ayarı mı,hayır. Dijital ekr
andan ön izleme mi,almayayım. Sadece 16 şansım olsun istiyorum diyordu ve ne çektiğimi dahi görmek istemiyorum. Rus ruleti. Romantik asi. Nihayetinde aldı makinasını .Peki ya çantası? Deri olmadan olur mu hiç ve tabii ki kahverengi. Vintage.
Şehrin stajyeri, dönen sandalyesinden etrafını izliyordu. Kutular bitmişti. İnsanlar ,günün mekanını,taşmayan satırlardan rahatlıkla okuyabilirlerdi. Geyik bitmişti. Günün tek eğlencesi yemek çoktan bitmişti. Kafa da tek bir soru: Nereden bulunur bu çanta? Çapraz masada ki yaşıtını gözüne kestirdi. O da stajyerdi. Statülerinin aynı olmasının cesaretiyle yaklaştı.Kedi misali belerttiği gözleriyle yardım dilenecekken, beriki daha fazla ezilmesine göz yummadı.Toparlan dedi,Sirkeci’ye gidiyoruz.
Yoğun bir rota tartışmasından sonra Çağlayan’ın tozlu sokaklarından Cevahir’e çıktılar.Çifte kavrulmuş stajyer burada kendini güvende hissediyordu.Her gün eve buradan gidiyor diye dünyanın bütün otobüsleri buradan geçiyor sanıyordu.O kadar ki bir caddenin iki yönünden de aynı istikamete gidilebileceğine inandırmıştı kendini.Diğeri durdu,yukarıdan yukarıdan baktı.Aslında bakamadı,boy farkı buna izin vermiyordu.Gel dedi,şu durakta beklemeliyiz.Beklediler,bekledi,bekle,bek,be,b. Gelmedi otobüs.Toy olanın süngüsü düştü düşecek,şehrin çocuğuysa bir kez daha şaşırmış.Çocuğu da olsan bu şehri çözemezsin,o otobüse binemezsin.

Başka bir araçla toplu taşındılar.Sonra inip dakikalarca yürüdüler.Toy olan tiril tiril giyinmişti.Mevsim yazdı,hakkıydı ama bilmezdi ki bu şehirde tiril tiril zordur.Çekiştirdi durdu gariban,öbürü muzipçe izliyordu,içten içe eğleniyordu.Çekmiş tabii şortları çukurların üstünden atlamalar mı dersin,Arnavut taşlarından sekmeler mi , attıkça attı havasını.Binmeleri gereken son aracın durağına geldiklerinde büyük bir kalabalıkla karşılaştılar.Başına geleceklerden haberdar olan ev sahibi,hesabını ince ince yaptı , tam kapının önüne denk getirdi.Açılan kapılardan akacak insanlar için yeterli mesafe bırakıldı.İnenlere öncelik,lütfen.Kimsenin inmediğinden emin olunduktan sonra girişler başladı .Dakikalardır güneşin alnında çöl bitkisine evrilen duraktakiler suya doğru adım attılar.Başı, tiril tiril çekiyordu.Ama o da ne? Arkadan gelen bir geç kalmış, sinyal sesinden önce kendini dışarı atabilmek için pogo yapıyordu.Tehlikenin farkında mısınız?Gedikliler kendilerini sağa sola attılar.Kucağa çıkma ihtimali olan herkes kucağa çıktı. Bu çarpışmayı göze alamayanlar binmeyerek biraz daha bekledi. Çıkış alanın da tek bir engel vardı: Tiril tiril. O an,zaman durdu.Araç zaten duruyordu. İnsanlar acıyan gözlerle tiril tiril’e baktılar. Kimileri yardım çığlıkları attı. Bazıları elini uzatmaya kalktı ama kimse daha fazlasına cesaret edemedi. Üzgünüz,beyaz atlı prens İstanbul’da yaşamıyor. En azından toplu taşıma kullanmıyor. Durağı kaçırmak üzere olan bir metropollü,150 km hızla giden bir motora benzer Tiril tiril,bunu öğrenmeliydin.
Tiril tiril hala yaşıyor,ayak serçe parmağını az hissediyor hepsi bu.Makina mı ? Kahverengi olmasa da çantasına kavuştu.